ÜYE GİRİŞİ ÜYE OLMAK İÇİN ALTTAKİ LİNK İ TIKLA

URFA TARİH




Urfa, eski çağlardan beri doğu ile batının buluşma noktalarının en hareketlisi ve en önemlisi olmuştur. Doğu ile batı dünyasını kültür ve ticaret bakımından birbirine bağlayan eski ve önemli yollar sisteminin bir düğüm noktası oluşu, bütün bu bölgede çok eskiden beri parlak bir medeniyet seviyesine ulaşmış kentlerin kurulmasını hazırlamıştır. Harran, Urfa, Suruç, Birecik, Samsat ve Rakka gibi, ne zaman kuruldukları bilinmeyen kentleriyle dünya medeniyetinin en eski ve büyük merkezlerden birini oluşturan bölgemizin eski çağlardaki ticari ve askeri ulaşımını sağlayan yollar: Güneydoğudan kuzeybatıya doğru, Zagros Dağları'nın eteklerini izleyerek, Dicle boyunca uzanan ve Yeni Assur döneminde Kral Yolu adını taşıyan ana yol; Güney Mezopotamya’dan Dicle’yi izleyerek gelip, Musul yoluyla Sincar’a, Nisibis’e (Nusaybin) ve Râ’s el-Ayn üzerinden Harran ovasına, buradan da Fırat’ı Karkamış’ta aşarak kuzeybatı ve güneybatıya ayrılmaktaydı
İçinde Kalhu, Ninova ve Dur şarrikun gibi ünlü başkentlerin bulunuşu nedeniyle Assur Üçgeni denen ve yöreden geçen bu birinci ana yolun dışında; Mezopotamya’nın diğer önemli yolu Fırat vadisini izleyerek Babil’e ulaşan yoldur. Güney Mezopotamya’ya gitmek için, ilkinden daha kısa olan bu yol; Babil, Hit, Ana ve Rakka’ya ulaştıktan sonra,Belih suyunu izleyerek Harran ovasına gelir. Burası çeşitli yönlere ayrılan yolların birleştiği bir yerdir. Bu yollardan biri de kuzeydoğuya gider. Diyarbakır-Bitlis hattını izleyen bu yol, Güneydoğu Toroslar’ı Bitlis Geçidi üzerinden atlayarak Van Gölü yöresine kadar uzanır. Kuzeye giden yol ise, muhtemelen Assur Koloni Çağı’nın geç döneminde de kullanılmış gibi görünen ve Ergani-Maden Geçidi aracılığıyla Elazığ ve Malatya bölgelerine ulaşan karayolu sistemidir.












M.Ö. 1800 yıllarında başkent Hattuşaş (Boğazköy) olmak üzere Anadolu’da bir devlet kuran Hititler, ekonomik güçlerini arttırmak ve daha geniş topraklara sahip olmak amacıyla Kuzey Suriye’ye seferler düzenlemişler. Ancak daha çok Hatay bölgesine yapılan bu seferlerde bölge ahalisi Hurriler’le karşılaşmamışlardır. Hitit Kralı i.Hattuşili (saltanatı M.Ö. 1660-1630) Kuzey Suriye’ye yönelik son askeri harekâtı esnasında Kargamış ve Halpa'yı (Halep) ele geçirmeye çalışırken, Hurriler’in adı geçen kentleri savunma yönünden desteklemesi sonucu başarısızlığa uğrayarak, geri çekilmek zorunda kalır. Bu başarısızlığın sebebi; Hurriler’in sahip olduğu atlı arabalardır. Henüz savaşlarda atlı araba kullanmayan civardaki topluluklar, Hurriler’in atlarla süratli bir şekilde hücumları karşısında oldukça şaşırırlar.






Biraz rahatlama dönemine girmiş olan Mitanni Krallığı'nın karşısına tehdit olarak, bu kez de Hitit Krallığı çıkar. Nitekim uzun zamanlar kendi hallerinde yaşayan Hititler tekrar güçlenmişler ve sınırlarından taşıp Önasya’ya hakim olma emellerini gerçekleştirmeye başlamışlardı. Bir ara Kral II.Tuthaliya Kuzey Suriye’ye yürümüş ve Halep’i zaptetmişti. Güneye doğru genişleyen Hitit akınları, Firavunların Suriye ve Filistin’deki sınırlarını yıkabilirdi. Sauşşatar da bu yeni ve tehlikeli durum karşısında Firavun'la birleşme gereğini duyuyordu. Ayrıca Mitanniler’in doğu ve güneydoğu sınırları da pek güvenilir görünmüyordu. Bu arada Assurlular intikam savaşlarına hazırlanıyorlardı. Bütün bu tehlike ve tehditler karşısında güçlü bir müttefike ihtiyaç duyan Mitanni kralı, Firavun II. Amenofis'e (saltanatı M.Ö. 1436-1412) bir heyet göndererek kesin bir antlaşma, birleşme ve işbirliği yapmak isteğini bildirir.
Urfa Havadan Görünüm





Anadolu’daki güvenliği sağlamak ve siyasal alanlarda güçlenmek amacına yönelik olarak, Mitanni ile Hitit ülkeleri arasında bir tampon bölge oluşturan Kizzuvatna Kralı şanuşşara ile bir andlaşma yapıp, bu ülkeyi de yanına alan I.Şuppiluliuma’nın, Mitanni ülkesine ikinci bir sefer düzenleyerek başkent Vaşşuganni’yi yağmaladığı görülür. Tuşratta, her nedense kesin bir savaştan kaçınır ve bu durum Hitit kralının Kuzey Suriye’yi yağmalamasına, Halep’i M.Ö. 1377 yılında tekrar Hitit hâkimiyetine sokmasına sebep olur. Büyük bir hezimete uğrayan Tuşratta, istemiyerek de olsa, Fırat’ın batı kısımlarını Hititler’e bırakmak zorunda kalır. Bu dönemde Tuşratta için Hititler’den sonra ikinci bir potansiyel tehlike ise, Assur kentinde filizlenmekteydi. Mitanni karşıtı olan gruplar güçlenmişler ve Assur prensliğine Eriba-Adad’ı getirmişlerdi. Bu prens, göreve gelir gelmez, Mitanni bağımlılığından kurtulmak için bütün gücüyle çalışmaya başlamıştı.



Kendi projesinin gerçekleşmesine yarayan bu gelişmeler sonucunda, Mitanniler’e saldırıp son darbeyi vurma zamanının geldiğini gören Hitit kralı, ordusunu harekete geçirir. Mitanni Kralı Tuşratta, dostu olan Firavun IV.Amenofis’e ardı ardına gönderdiği mektuplarda ondan acilen yardım ister. Ancak Firavun, kurmuş olduğu yeni dinle meşgul olduğundan, kimse ile ilgilenecek bir durumda değildir. M.Ö. 1366’da başkent Vaşşuganni’ye saldıran büyük Hitit ordusu karşısında birşey yapmaya fırsat bulamayan Tuşratta, hezimete uğrar ve kaçmak zorunda kalır. Mitanni prenslerinden çoğu esir edilerek, Kapadokya’ya götürülür. Mitanniler arasında çıkan kargaşalıklar esnasında Tuşratta oğullarından biri tarafından öldürülür. Tuşratta’nın küçük oğlu Mattivaza da sadık ve fedakâr adamları tarafından Babil’e kaçırılarak ölümden kurtarılır.




“Kral Tuşratta’nın oğlu Mattivaza’yı elinden tuttum ve onu babasının tahtına oturtacağım. kızımın hatırı ve büyük bir ülke olan Mitanni mahvolmasın diye büyük Hitit Kralı, bu ülkeyi yeniden canlandırdı. Tuşratta’nın oğlu Mattivaza’yı elinden tuttum ve kızımı ona eş olarak verdim. Mattivaza kral olduğuna göre, Hitit ülkesi kralının kızı da Mitanni ülkesinde kraliçedir. Sen ey Mattivaza, kızımın üzerine başka kadın alma ! Ona, başka bir kadın eşdeğer duruma gelmesin; kızımı ikinci kadın derecesine indirme. Mattivaza, gelecekte benim oğullarımın gerçek kardeşi ve eşitidir. Mattivaza’nın çocukları da benim çocuk ve torunlarımın eşiti olacaktır. Hitit ve Mitanni ülkesinin halkı, gelecekte birbirlerine kötülük etmeyeceklerdir..... Hitit ülkesi kralı savaşa giderse, Mitanni kralı da onunla gidecektir. Mitanni’nin düşmanı olan Hitit’in de düşmanı olacaktır. Hitit’in dostu olan Mitanni’nin de dostu olacaktır."



I.Adad-Nirari, Hanigalbat sorununu kesin bir şekilde çözmek için son kez ordusuyla oraya yürür. Mitanni Kralı Vasaşatta (M.Ö. 1300-1280), Hitit Kralı III.Hattuşili'den (saltanatı M.Ö. 1275-1250) acil yardım isterse de Hitit Kralı ona yüz vermez. Böylece Assur ordusu karşısında tek başına kalan Vasaşatta, bütün kuvvetlerini Kargamış ile Harran arasındaki irridu denilen yerde toplayarak hazırlığını tamamlar. M.Ö. 1275 yılında yapılan savaşta yenilen Vasaşatta, ailesinin bütün fertleriyle zincire vurularak Assur’a götürülür. Bu tarihten itibaren Mitanni Krallığı tarihe karışır. Kısmen Hanigalbat ülkesi ve bölgemiz Assur’un hâkimiyetine girer. Hanigalbat’ın tümünün ele geçirilmesi M.Ö. 1270 yılında Assur Kralı I.Salmanassar (saltanatı M.Ö. 1274-1245) tarafından sağlanır. Hurri-Mitanni aşiretleri ise, zamanla yurtlarına dolacak Samiler arasında eriyip gideceklerdir.





M.Ö. IX. yüzyılda Van Gölü civarında kurulmuş olan Urartu Krallığı, sınırlarını kuzeyde Kafkas ötesine, doğuda kuzeybatı iran içlerine, batıda Malatya çevresine, güneyde de Urfa-Halfeti yakınlarına kadar genişletmişti. Urartu Krallığı ömrü olan 300 yıl boyunca Assur Devleti’nin en büyük rakibi olmuştur. Urartu krallarından I.Şarduri (saltanatı M.Ö. 840-830) ve işpuini (saltanatı M.Ö. 830-810) bir müddet Yukarı Mezopotamya’yı hâkimiyetleri altında tutmuşlardır. Kaynaklara göre III.Salmanassar, i.şarduri’ye karşı yedi kez sefer düzenlemiştir. Bu arada Assur Kralı V.Assur-Nirari'nin (saltanatı M.Ö. 753-746) Arâmi asıllı Arpad Kralı Matti‘el ile bir ittifak anlaşması imzaladığı ve bu anlaşmada Harran kentinin koruyucusu olan Ay Tanrısı Sin’in de şahit tutulduğu görülür.








M.Ö. 614 yılında Med Kralı Keyaxares (saltanatı M.Ö. 635-584), Babilli Nabupolassar ile birleşerek, imparatorluğun eski başkenti Kalhu’yu zapt ve tahrip eder. Bundan iki yıl sonra da, yine aynı iki kral bir kısım göçebe iskitli’nin de desteğiyle imparatorluğun başkenti Ninova’ya saldırırlar. Üç aylık bir kuşatmadan sonra, kenti ele geçirerek son kral Sin-şar-işkun'u (saltanatı M.Ö. 623-612) öldürürler. imparatorluk ülkesi Medler ve Keldâniler arasında paylaşılır. Bu büyük yıkım ve kuşatmadan kurtulan Assur ordularının bir bölümü, Harran’a gelip burayı Assur’un yeni başkenti yaparak son Assur prensi Assuruballit’i de kral ilan ederler. Ancak, bu yeni Assur Devleti iki yıl gibi kısa bir süre sonra, Medler’le ortaklaşa hareket eden Babil Kralı tarafından tarih sahnesinden silinir. Bu arada Harran’daki Tanrı Sin Tapınağı da Harran’ı ele geçiren istilacı Medler tarafından tamamen yakılıp yıkılır.












Persler, Fırat ile Dicle nehirleri arasındaki geniş ve bereketli toprakları ekip biçerek bölgedeki ziraati canlandırırlar. işlenen bu arazileri de savaşlarda üstün başarı gösteren subaylara dağıtırlar. Bu asker-soylular aynı zamanda yörenin yeni yöneticileri olurlar. Persler din önderlerine de toprak bağışlayıp ayrıcalıklar tanıyarak, bunların kendilerinden yana tutum almalarını sağlarlar, ancak kıyılardaki eski koloni kentlerine söz geçiremeyen merkezi Pers yönetimi, bu kentlerde biriken ticaret gelirlerinden yoksun kalınca, imparatorluk ekonomik bunalım içine düşer. Bu fırsatı değerlendiren Makedonya Krallığı, iskender önderliğinde Anadolu’ya girer. Pers orduları önce M.Ö. 334’te, ardından da M.Ö. 332’de Hatay’ın issos (Dörtyol) yakınlarında yenilince Urfa'yı da içine alan Güneydoğu Anadolu bölgesi Makedonyalılar’ın eline geçer.


Bu dönemde Urfa bölgesinin Osrhoene adıyla çağrıldığını, bölgemiz ve Mezopotamya’nın Yunan kültürüyle tanıştığını görüyoruz. Birçok Makedonyalı ve Yunan asıllı ahali ve tüccar bölgeye yerleşir ve bu arada Harran “Mygdonia“ adını alarak buradaki tanrılara Yunanca isimler verilir. Böylece Doğu ve Yunan kültürleri arasında meydana gelen kaynaşma sonucu Hellenizm kültürü bölgeye hakim olur. Bu kültürde yine Arâmi dili ve kültürünün önemli bir etkisi görülür. ileride görüleceği gibi, Urfa zamanla Hıristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri haline gelirken, Harran putperest ve Hellenizm kültürünün en büyük merkezlerinden biri olmaya devam edecek ve bundan dolayı kilise babaları tarafından “Putperest Kenti“ anlamına gelen “Hellenopolis“ adını alacaktır.




















Efsaneye göre; V.Abgar ilk Hıristiyan kraldır ve Hz.isa’nın ölümünden hemen sonra, Hıristiyanlığı kabul etmiş ve kendi halkına da benimsetmiştir. Bu konu ile ilgili efsane şöyledir. Edessa Kralı V.Abgar Ukkama, o sıralar cüzzam hastalığına yakalanmış ve bundan dolayı oldukça ızdırap çekiyordu. Kral, Hz.isa’nın hastaları iyileştirdiğini duymuştu; ancak çok hasta olduğundan dolayı bizzat Kudüs’e gidemiyordu. Hannan adındaki bir kuryesini, ona inandığını ve yeni dinini öğrenmek istediğini belirten bir mektupla Hz.isa'yagönderir ve onu Urfa'ya davet eder. Bu kurye aynı zamanda becerikli bir ressamdır. Hannan, Hz.isa’ya götürdüğü mektubu sunduktan sonra yüksek bir yere çıkarak onun portresini yapmayı dener, ancak bir türlü başarılı olamaz. Bunu sezen Hz. isa, yüzünü yıkar ve kendisine uzatılan bir mendille yüzünü silip Hannan’a verir. Hz. isa’nın yüzünün resmi, mendile çıkmıştır. Hannan bir mektupla birlikte bu mendili de alarak Edessa’ya döner.





















































Nisan 525’de dördüncü bir su baskını daha korkunç bir şekilde Urfa'yı yakalar. Akşam vakti olduğundan halkın bir kısmı yemek başında, bir kısmı da hamamlarda bulunuyordu. Süryâni Mar Yeşua’ya göre, bu felâkette 30.000 insan ölür. Bu sayı kentin nüfusunun yarısı demekti. Bizans imparatoru Jüstinyen, kentin imarı ve kent içinden geçen Daysan (Skirtos, günümüzde Karakoyun) Nehri’nin mecrasını değiştirmek için birçok mühendis ve işçi gönderir. Nehrin akış istikameti değiştirilir; suyun dere yatağından geçişini kontrol altına alan ve risk ihtimalini ortadan kaldıran küçük bir baraj daha doğrusu taşkın önleme duvarı da yapılır. Bu duvarın kalıntıları günümüzde mevcuttur. Bu arada kentin surları da sağlamlaştırılır.













Halife Hz.Ömer tarafından şam ordusu komutanlığına getirilen iyâd b. /anem, 639 yılı içinde Elcezire üzerine gönderilir. iyâd, Ağustos ayında yanındaki ordusuyla Rakka üzerine yürür. Rakka ahalisi vergi vermeyi kabul ederek kurtulur. şam ordusunun öncü kolu Harran önüne gelir. Harran halkı, şam ordusuna önce Urfa üzerine gitmelerini; Urfa halkı ne gibi şartlarla barış yapmayı kabul ederlerse kendileri de o şartları kabul edebileceklerini söylerler. Bunun üzerine iyâd, Urfa önüne gelerek kentin teslim edilmesini ister. Urfa halkından birkaç kişi müslümanlara saldırmayı denerler, ancak baş edemeyeceklerini anlayarak tekrar kente kaçarlar. Kısa bir süre sonra barış ve aman isteğinde bulunurlar. iyâd, onlara bir mektup yazarak vergi vermek şartıyle anlaşma yapar. İyâd, daha sonra Harran kenti ile de aynı şekilde bir anlaşma yapar. Bölgenin diğer kentleri de islâm ordusu tarafından ele geçirilir.























Bizans’ın Doğu Orduları Komutanı General ioannes Kurkuas, 943 yılında Urfa önüne gelerek, o sırada kentte saklanan Hz.isa’nın portresi gözüken kutsal mendili ele geçirmek amacıyla kenti kuşatır. Kısa bir süre sonra 200 müslüman esirin serbest bırakılması ve gelecekte kente saldırılmaması karşılığında yapılan anlaşma ile mendil Bizanslılar’a teslim edilir ve bu kutsal emanet Bizans'a (İstanbul) götürülür. Ancak 949 yılında Hamdânîler’in Halep kolu lideri olan Seyfüddevle Ali’nin Urfa halkıyla birlikte Bizans topraklarına saldırması üzerine bu anlaşma çiğnenmiş olur. Bizanslılar, 959 yılında Leon komutasındaki bir orduyu, Elcezire ve Urfa üzerine gönderirler. Bu ordu Urfa’ya saldırarak pekçok insan öldürür ve Müslümanlardan bazılarını da esir alır.






Vessab b. Sabık, 1019 yılında ölünce yerine oğlu şebib geçer. Bu sırada Urfa, Nûmeyroğulları’na bağlı Utayr adlı birisinin hâkimiyetinde idi. Onun kentteki naibi ise Ahmed b. Muhammed idi. Utayr, Ahmed’i kıskanarak öldürür; bunun üzerine Urfalılar Diyarbakır Mervâni hükümdârı Nasrüddevle Ahmed’e mektup yazarak kenti teslim almak üzere gelmesini isterler. Nasrüddevle de, Zengî adındaki bir Türk komutanı, Urfa’yı teslim almak üzere gönderir. Utayr ise daha sonra Nasrüddevle’nin huzuruna çıkarak Urfa’nın yarısının idaresini ele geçirmeye muvaffak olur. Ancak Zengî, Ahmed b. Muhammed’in oğlunu teşvik edip Utayr’ı öldürtür. Bu olaydan sonra şubat 1027'de Nûmeyroğulları ile yapılan savaşta Zengî de öldürülür. Böylece Urfa tamamen Nasrüddevle Ahmed’in hâkimiyeti altına girer.


Nasrüddevle, kısa bir süre sonra kenti ibn Utayr (Utayr'ın oğlu) ile Nûmeyroğulları’ndan şiblüddevle’nin oğlu arasında paylaştırır. Ancak kent yine de huzur bulamaz, ibn Utayr şiblüddevle’nin oğlunu öldürür. Daha sonra ibn Utayr'ın da öldürülmesi üzerine Nasrüddevle, Selman adında bir Türk’ü vali olarak atar. Selman, Utayr’ın dul eşi tarafından o kadar baskı altında tutulur ki, o bu sıkıntıdan kurtulmak için Samsat’ta oturan Bizanslı komutan Georgios Maniakes’e kenti teslim etmek için haber gönderr. Urfa’nın teslimi karşılığında uygun bir tazminat ve “Bizans imparatorundan bir ülke ve bir eyâlet“ isteyen Selman’ın isteklerinin kabul edilmesi üzerine Urfa, Bizanslı komutana teslim edilir (1031). Böylece Urfa, çok basit ve kansız bir şekilde Bizans’ın eline geçmiş olur.
















































































































Silah ve askeri yönden desteklenen Ermeniler, 6 Ağustos 1915'de Germüş Köyü'nde ve aynı günün akşamı da Urfa'da ilk kurşunları atarlar. isyanı bastırmak üzere köye 20-30 kişilik bir jandarma kuvveti gönderilir. Arama esnasında pusudaki Ermeniler, bir jandarmayı şehit ederler, bir jandarma da yaralanır. Ertesi gün köyün etrafındaki aramalarda isyancıların bırakıp kaçtığı mağarada 20 kadar tabanca, bomba ve yiyecek ele geçirilir. Aynı gün Urfa'da yapılan aramalarda 820 tüfek, 406 tabanca, 74 delici ve kesici alet ile 4922 fişek ele geçirilir. Bidik Meydanı'nda iki Ermeni kardeşin evindeki aramada ise büyük miktarda silah ve bombaya rastlanır. Bu evdeki arama esnasında polislerden Mustafa Nuri Efendi ve jandarmadan Bakır Çavuş (Yanmaz) şehit edilirler.



İsyanla ilgili bu olaylar 16 Eylül'e kadar, aralıklarla devam eder. 16 Eylül günü geceleyin Kilise Sokağı'nda Ermeni Bedros, Serkis Tarakçıoğlu ve Mığırdıç, evlerinde bir toplantı yaparlar ve isyanın devam ettirilmesine karar verdikten sonra 40-50 el silah atarak şehirdeki huzuru bozarlar. Ertesi sabah bunları yakalamak için polis ve jandarmalar tarafından evin etrafı sarılır ve teslim olmaları istenir. Ancak Ermeni isyancılar bu isteğe silahla cevap verirler. Açılan ateş sonucu 1 jandarma şehit olur, 2 jandarma da yaralanır. Bundan sonra Ermeni Mahallesinin her tarafından güvenlik kuvvetlerine ateş açılır. Bu arada sivil Müslüman halka da hücûm edilir ve bazı Urfalıların evleri ele geçirilir. Bu saldırıda büyük ve küçük 10 kişi şehit edilir.

Türklerin savunmada yetersiz kaldıklarını gören Ermeni isyancılar, Mığırdıç ve Papaz Sogomon emriyle önceden kararlaştırdıkları gibi kilise çanını çaldırarak isyanın daha da büyümesini sağlar. işareti alan Ermeniler, silah ve cephâneleriyle saldırıya geçerler. Kontrolü kaybeden güvenlik kuvvetleri IV. Kolordu'dan yardım istemek zorunda kalır. IV. Kolordu Komutanı Ahmet Cemal Paşa'nın Urfa'ya gelmesine rağmen, Ermeni isyancılar zaman zaman saldırıda bulunurlar ve bununla birlikte bu kuvvete karşı çeşitli yerlere mevzilenerek saldırılarını sürdürürler. Geceleri güvenlik kuvvetlerine baskınlar düzenleyip; gündüzleri de bahçede, kapı önünde kadın, erkek ve çocuklara ateş açarak pek çok masum insanı öldürürler. isyancılara hoşgörü ve iyilikle davranılarak teslim olmaları istemesine rağmen kimse yerinden çıkmaz ve saldırıya devam ederler. Sonunda şehirdeki askeri birlik isyan yuvalarına top atışı yapmak zorunda kalır. Bu karşılıklı hücumlar sırasında da birçok asker şehit olur ve yaralanır.
















İngilizler, yörede bulundukları süre içersinde özellikle aşiretlerle ilişiki kurmaya çalıştılar. Özel bir önem verdikleri Milli Aşireti reisi İbrahim Paşa'nın oğlu Mahmud Bey'e, Kürt Lawrence'ı olarak adlandırılan Binbaşı Noel ve Yüzbaşı Woolley'i gönderip Kafkasya ile Mezopotamya arasında kurulabilecek bir tampon bölge için yoklamalar yaptılar. Bununla da yetinmeyerek Halep'deki İngiliz Generali Barrow, Mahmud Bey'i 30 Haziran'da Urfa'ya davet etti. Mahmud Bey, nasıl davranması gerektiğini sorduğu 13. Kolordu'dan aldığı talimat çerçevesinde buluşmaya gitmedi. Suruç civarında aşiretle yapılan toplantıda ise Ketkanlı aşiret reisi Basravi, kendisiyle aşiretinin Osmanlı tebaası olmayacağını, eski dostu bulunan İngilizler kabul etmediği takdirde herhangi bir ecnebi devletin tebaası olacağını ve bunlar da kabul etmediği takdirde Arap hükumetlerine katılacağını söyledi.


Mutasarrıf Nusret Bey'in davranışı, İngilizlerin hoşlarına gitmediği için tehcir bahânesiyle görevinden azledilerek istanbul'a gönderildi. Ancak Nusret Bey'in 6. Ordu Kumandanı Ali ihsan Paşa'nın tavsiyesiyle oluşturduğu milis kuvvetlerinin silahları henüz toplanmamıştı. Erzurum Kongresi için yapılan davete katılabileceğini mutasarrıfa tebliğ eden Müftü Hasan Efendi'ye hayranlık duyan Jandarma Kumandanı Binbaşı Ali Rıza Bey, Erzurum Kongresi'nin beyannamesini Milli aşiret reisi Mahmud Bey'den elde edince, dağılan milis kuvvetlerini bir cemiyet olarak örgütlemek düşüncesini, mutasarrıf olarak Nusret Bey'in yerine atanan Ali Rıza Bey'e açmış ve Meclis-i idare azasından Hacı Kâmilzâde Hacı Mustafa aracılığıyla kurulan temas sonucu 4-5 Eylül 1919 gecesi Güllüzâde Hacı Osman Efendi'nin evinde toplanan eşraf ve aydınlar, Müdafaa-i Hukuk cemiyeti'nin temellerini atmışlar ve bu toplantıda bulunanlar, halk arasında Onikiler olarak adlandırılmışlardır. Kurtuluşa kadar mücâdele edileceğine Kur'ân-ı Kerim üzerine and içen ve Jandarma Kumandanı Binbaşı Ali Rıza Bey başkanlığında toplanan 12 reis şunlardı:














Ekim ayı içerisinde İngilizlerce işgal edilen yerlerin Fransızlara devredileceği söylentileri yaygınlaştı. 15 Eylül 1919 tarihinde Paris'te yapılan ve Suriye itilafnamesi olarak da bilinen Suriye ve Kilikya'da işgal Kuvvetlerinin Değiştirilmesine ilişkin İngiliz-Fransız Anlaşması’na göre Urfa ve çevresi Fransızlara verilecekti. Fransız Generali E. Brémond'un "Tarihimizde Fransa'nın başına konan talih kuşunu bir defa daha ürkütüp kaçırdığı elemli bir devre" dediği Kilikya olarak adlandırılan bölgenin işgali bu şekilde kararlaştırılırken, Mustafa Kemal Fransız işgalini "haksızlık üstüne haksızlık" olarak nitelendiriyor ve bu bölgelerin Fransızlara işgal ettirilmemesini istiyor ve 13. Kolordu Kumandanlığı'na çektiği bir telgrafla İngilizlerin Urfa'yı boşaltmasından sonra, Urfa'dan çekilen 1. Süvari Alayı ile Urfa'nın derhal işgaliyle Fransız işgalinin bu şekilde önlenmesi gerektiğini bildiriyor, ancak 13. Kolordu Kumandanı, bu hususta hükümetten onay alamıyordu. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Urfa Müftüsü ve eşrafına çektiği telgrafta "Göç doğru değildir. Milli örgütlenişi genişletin. Her türlü haksızlığı protesto ve icabında fiilen reddedin " talimatını veriyordu.



Kasım ayı içersinde Binbaşı Ali Rıza Bey, aşiretleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ne katmaya çalıştı. Harran'daki İmam Bakır'da Arap aşiretlerini toplayarak hepsini İmam Bakır'ın kabri ve Kur'ân üzerine yemin ettirdi. Toplantıya Geysi aşiretinin bütün kabileleri katıldığı halde, Siyala reisi Salih el-Abdullah katılmadı. Ve istenmesine rağmen yağma ettiği Kısas Köyü'nün eşyalarını getirmedi ve toplantıyı Fransızlara ihbar etti. Yüzbaşı Sajous'un durumu Carablus'a bildirmesi üzerine de Yarbay Depoir Urfa'ya gelerek Binbaşı Ali Rıza Bey'i karargâha davet etti. Binbaşı Ali Rıza Bey'in cevaplarından tatmin olmayan Fransız kumandan, Ali Rıza Bey'e tutuklu olduğunu, Adana üzerinden İstanbul'a gönderileceğini söyledi ve azledildiğini mutasarrıflığa bildirdi. Ali Rıza Bey, taburun devri teslimi gerekçesiyle aldığı izinden yararlanarak Siverek'e doğru firar etti. Fransızlar, bölgeye Ali Rıza Bey'in girmesini yasakladılar. Bölgeye girmesine hoşgörülü davrananlara para ve hapis cezası verileceğini ve kendilerine teslim edene 500 lira ödül vereceklerini bir bildiriyle mutasarrıflığa tebliğ ettiler.


Milli Mücâdele yanlılarına göz açtırmamayı kafasına koyan Fransız işgal komutanlığı, Aralık ayında eşraftan dört kişinin ihbarı üzerine Binbaşı Ali Rıza Bey ile mektuplaştığı öne sürülen Siverekli Ali Efendi'yi tutuklayarak 200 Türk altını para cezasına çarptırdılar. Bucak aşireti mensubu Ali Efendi'nin tutuklanması, aşiretlerde rahatsızlık doğurduğundan Badıllı Aşireti reisi Sait Bey, Ali Efendi'nin tahliye edilmemesi halinde aşiretlerle Urfa'ya hücum edileceğini bir mektupla Fransızlara bildirdi. Sait Bey'in ikinci mektubu Ali Efendi'nin tahliyesini sağladı. Ancak Fransızlar, mülki idare üzerindeki baskılarını sürdürdüler. Memurların yaptıkları görevlere atanmalarından Urfa Belediyesi'nin bütçesine kadar her işe karışmaya devam ettiler.

Bu sıralarda Mardin'deki 5. Tümen Komutanı Yarbay Kenan Bey tarafından özel görevle Urfa'ya gönderilen Seyit Mehmed Efendi adındaki görevli, verdiği raporda, "Urfa'da iki cemiyet, iki fikrin bulunduğunu, Mutasarrıf, Şükrü Nasih Bey (Son Osmanlı Meclis-i Meb'usan üyesi) ve arkadaşlarının bir harekât-ı ihtilaliye yapılmayarak siyasi çatışmada bulunmak, diğerlerinin ise bir kıyım yapmak fikrinde bulunduklarını" belirtiyordu. Bu son görüştekiler Binbaşı Ali Rıza Bey’in görüşlerini paylaşanlardı. Mutasarrıf Ali Rıza Bey kendisinin, Fransızların tutuklamaları üzerine firar eden Binbaşı Ali Rıza Bey’in "memleketin başına bir felâket getirecek mahiyette işlere kalkıştığından, fikrini iştirak eylemediğini" Kenan Bey'e bildiriyor, şu sıra ayaklanmanın doğru olmayacağı görüşünü savunuyordu. Mutasarrıf Ali Rıza Bey’in bu yumuşak tavrı, milli mücâdele yanlılarını rahatsız ediyor, sözgelimi Milli aşireti reisi Mahmûd Bey’in "Mutasarrıf Ali Rıza Bey, â'mal ve maksad-ı milliyi tecviz etmiyor, â'mal-ı milliyeyi takip edenleri tenkid ediyor" biçiminde 13. Kolordu'ya yakınmasına neden oluyordu.

Binbaşı Ali Rıza Bey’in yerine Urfa Jandarma Komutanlığı'na atanan Yüzbaşı Ali Saip Bey, Aralık ayı sonunda Urfa'ya geldi. Emekli Binbaşı İhsan Bey, Harran Kaymakamı Şevket Bey, Baytar Müfettişi Adil Bey, Meclis-i Meb'u-san azası Ali Efendi, Belediye Reisi Hacı Mustafa Efendi, Barutçuzâde Hacı İmam Efendi ve Bedirağazâde Halil Ağa ile görüştü ve ayaklanma düşüncesini onlara açtı. Onlardan tasvip görünce, 15 Ocak'ta bir ayaklanma planı hazırladı. Buna göre, 15 Ocak günü saat 8'de aşiret reisleri Urfa, Telebyâd ve Arappınarı'ndaki Fransız işgal kuvveti kumandanlıklarına birer ültimatom verecekler ve Fransızlara Urfa'yı boşaltmaları için 24 saat mühlet tanıyacaklardı. Fransızlar ültimatomu reddettikleri takdirde Aneze aşireti reisi Haçım Bey, şimendifer hattının Siftek ile Fırat arasını tahrip ederek telgraf hatlarını kesecek, Suruç aşiretleri Suruç ve Arappınarı'ndaki Fransız kuvetlerini püskürtecek, Dögerli, Badıllı, merkez sancağına bağlı aşiretlerle Kuva-i Milliye ve jandarma kuvvetleri de Urfa'daki Fransız kuvvetlerini çıkaracak ve Urfa ile diğer yerler arasındaki telgraf hatlarını keseceklerdi. Aşiret reislerinin Fransızlara verecekleri ültimatom metni şu şekilde hazırlanmıştı:








25 Ocak'ta Mustafa Kemal'in kolordulara genelgesi yayınlandı. Buna göre Fransızlar aleyhine Kuvayı Milliye'nin harekete geçmesinin daha fazla ertelenmesinde mahzurlar vardı. Peyderpey başlatılacak ayaklanmanın birinci dönemi Urfa'dan başlayacaktı. Üstüste gelen olaylar halkın zaten sabrını taşırmıştı. Mutasarrıf Ali Rıza Bey, 13. Kolordu'ya çektiği telgrafta "Urfa'da kıyamın hissedilmekte olduğunu" bildiriyordu. Nitekim Ali Saip Bey’in beyannamesini alan aşiretler Suruç'da işe başlamışlardı bile. Aneze aşireti reisi Haçım Bey ile Berazi aşireti reisi Mustafa Bey, tren hattının bazı bölümlerini tahirip etmişler ve Fransızlara 24 saat içinde çekilmeleri için ültimatom vermişlerdi. Milli aşireti reisi Mahmûd Bey, kolordudan kendilerine sahip çıkılmasını istemiş, artık protestolarla reisleri yatıştıramadığını, Fransızların bölgedeki Ermenileri silahlandırarak ve onları kendi askerleri arasına sokarak katliam yaparcasına hareketler yapmaya devam ederlerse, kıyamın yalnız Urfa'da değil, her tarafta yapılacağını bildiriyor, Fransız kumandanı ise, Urfa Mutasarrıfına gönderdiği yazıda Ermenilere asker elbisesi giydirdikleri iddialarının doğru olmadığını bildiriyordu.

Siverek'te aşiretlerle görüşüp Siverek halkının ve Müdafa-yı Hukuk Cemiyeti'nin tam desteğini alan Ali Saip Bey, 6 şubat'ta aşiret kuvvetleriyle beraber Urfa'ya doğru hareket etti. Ertesi gün Karaköprü'de diğer aşiretlerle buluşacak olan Ali Saip Bey, “Kuvayı Milliye Kumandanı Namık” imzasıyla Fransızların 24 saat içinde Urfa'yı boşaltmaları için bir ültimatom gönderdiyse de Fransız kumandanından gelen cevapta, Urfa'nın boşaltılmasına General Gouraud'un karar verebileceği belirtildi. Toplanan kuvvetlerle 9 şubat'ta Urfa'ya girildi. Bir tutanak yapılarak cephâne, ağalar arasında paylaşıldı. Hapishânenin boşaltılması sırasında tahliyeden habersiz nöbetçinin firar var zannıyla bir el uyarı ateşi atması, siperlerde bekleyen Fransızların şehre şiddetli bir ateş açması sonucunu doğurdu. Bundan sonraki günler, artık karşılıklı ateşle geçecekti. Artık Fransızlar, müstahkem binalarda kuşatma altındaydılar.




Mart başlarında Mülazım Kemal kumandasında 2 top Siverek'ten Urfa'ya getirildi. Aşiret kuvvetleri ve çetelerle birlikte genel bir taarruz kararlaştırıldı. Buna göre, Fransızların işgali altındaki Kürkçüzâde Osman Efendi, Kürkçüzâde Mahmûd Nedim Efendi ve şişko'nun evine hücum edilecekti. 4 Mart günü gelen topların desteğinde mücâdelenin en etkili taarruzu başlatıldı. Birkaç kez Fransız mevzilerine girildiği halde, kuvvetlerimiz püskürtüldü. Çon kanlı ve şiddetli geçen taarruzda Urfalılar çok kayıp verdiler. Yalnız tanınanların sayısı 82 idi. Buna köylülerden ve sahibi tarafından götürülen şehidler dahil değildi. Hastane dolmuştu. Bir Fransız subayının "Türkler yarın da aynı şiddetle hücuma devam ederlerse dayanamayız. Geceyi dehşetli bir korku içersinde geçirdik" dediği saldırıda, topların irca yayı kırıldığı için müstahkem binalar yeterince dövülememiş, muharebe disiplinsizliği yüzünden büyük kayıplar verilmişti. Mustafa Kemal de, Urfa ve civarındaki aşiret ve Müdafaa-yı Hukuk cemiyetlerinin kendilerine top, cephâne vs. için müracaatlarına karşılık, 13. Kolordu Kumandanlığı'yla 5. Tümen Kumandanlıklarına çektiği telgrafta "Urfa'da yalnız birkaç binada düşman bulunmasına nazaran telaş etmeye mahal olmadığını" belirtiyor ve "Anlaşıldığına göre, Urfa'daki işler harpten ve askerlikten anlamayan adamlar tarafından idare olunuyor. Oradakilere baş olacak münasip bir zatın kolorduca gönderilmesinin münasib olduğu fikrindeyiz" diyordu.


Bir taraftan kayıplar, bir taraftan Fransızlara imdat geleceği haberleri halkın moralini bozuyordu. Urfa ahalisi, 19 Mart'ta Karaköprü'den Heyet-i Temsiliye Başkanlığı'na çektiği telgrafta, 13. Kolordu Komutanlığı'na muntazam kuvvetlerin gönderilmesi için yaptıkları başvuruya cevap alamadıklarını, 2 saat içinde muntazam gönderileceğine dair cevap alınamazsa, Urfa'ya dönüp Urfalılara başlarının çaresine bakmalarına mecbur olduklarını tebliğ edeceğiz; diyorlardı. Mustafa Kemal bunun üzerine, 13. Kolordu Kumandanlığı'na bir miktar muntazam kuvvetin milli kuvvetler görünümünde Urfa'ya gönderilmesini istiyor, 13. Kolordu Kumandanlığı muntazam kuvvetlerin işe karıştırılmasının Fransa'ya harp ilanı anlamına geleceği gerekçesiyle bundan kaçınıyordu.


Nisan ayı başlarında, bekledikleri yardımdan ümitlerini kesen Fransızların erzakları bitmiş, Urfa'yı boşaltmayı düşünür olmuşlardı. Ancak öyle bir formül bulunmalıydı ki, Urfa'yı "Fransa'nın şerefine uygun" bir şekilde boşaltmalıydılar. Bulunan formül de şuydu: Urfa'daki Ermeniler, Fransızlara açlığa düştükleri gerekçesiyle başvuracaklar, Fransızlar da onların hatırı için Urfa'yı boşaltacaklardı. Urfa'daki Ermeni cemaati, Fransızların bu formülüne itiraz ettiler. Eğer böyle birşey olursa Urfalılar, "Fransızlar Ermeniler için geldiler, yine onların hatırı için Urfa'yı terkediyorlar" diye düşüneceklerdi ve bu da Ermeniler için çok kötü olacaktı. Sajous, teklif yaptığı Ermeni cemaati liderlerinden Dr. Beşliyan'a "Doktor, bundan böyle bu Ermeni kalbidir" diyerek kalbini göstermesine rağmen, Ermenileri ikna edemedi. Dr. Beşliyan diyordu ki, "Velhasıl anladık ki, Fransızlar bizi kurbanlık koyun gibi Hacı Mustafa'ya bırakıp kendileri şerefle sıvışmak peşinde. Yani kasap yağ derdinde, keçi can derdinde."























İlkel dinlerin dünyada bilinen en eski merkezi Şanlıurfa, çok tanrılı (politeist) dinler ile tek tanrılı (monoteist) dinlerin de önemli merkezlerinden bi­ridir. Assur ve Babil dönemlerinde; Ay, güneş ve ge­zegenlerin kutsal sayıldığı politeist bir din olan Paganizm'in baştanrısı "Sin"in mabedi Harran'da bulunuyor ve Soğmatar bu dinin önemli bir mer­kezi şehri sayılıyordu. Musevi, Hıristiyan ve İslâm dinleri peygamberlerinin atası olan Hz. İbrahim (A.S.) Şanlıurfa'da doğmuş, Nemrut ve Halkının taptığı putlarla mücadele ettiği için burada ateşe atılmıştır. Lut Peygamber, amcası Hz. İbrahim'in ateşe atılmasını görmüş ve daha sonra Şanlıurfa'dan Sodom'a doğru yola çıkmıştır. İbrahim Peygamber'in torunu ve İsrailoğullarının atası Yakub Peygamber Harran'da evlenmiş, Eyyub Peygamber Şanlıurfa'da hastalık çekmiş ve Şanlıurfa'da vefat etmiştir. Hz. Eyyub'u arayan Elyasa' Peygamber O'nun yaşadığı Eyyub Nebi Köyü'ne kadar gelmiş, ancak kendisini göre­meden orada vefat etmiştir. Şuayb Peygamber, Harran'a 37 km. mesafedeki Şuayb Şehri'nde ya­şamış, Musa Peygamber, Şuayb Şehri yakınındaki Soğmatar'da Şuayb Peygamberle buluşmuştur. İsa Peygamber, Şanlıurfa'yı kutsadığına dair bir mektubunu ve yüzünü sildiği mendile çı­kan mûcizevi portresini Urfa Kralı Abgar Ukkama'ya göndermiş, Hıristiyanlık devlet dini olarak dünyada ilk defa bu dönemde Şanlıurfa'da kabul görmüştür. Bütün bu peygamberlerin Urfa ile ilgisinin bulunması nedeni ile Urfa'nın bir adı da "Peygamberler Şehri"dir. Bütün bunlardan, Şanlıurfa'nın dinler tarihi ve inanç turizmi yönünden Mekke ve Kudüs'ten sonra dünyanın önemli inanç merkezlerinden biri olduğu anlaşılmaktadır.







Babiller döneminde "ilu sa ilani" (tanrıların tan­rısı), "sar ilani" (tanrıların kralı) ve "bel ilani" (tanrıların efendisi - rabbi) olarak adlandırılan ay tanrısı "Sin", paganistlerin en büyük tanrısı olma özelliğini asırlar boyu devam ettirmiş ve Romalılar döneminde "marelaha" olarak adlandırılmıştır.M.Ö. 2000 başlarına ait Kültepe ve Mari tablet­lerinde Harran'daki Sin mabedinde bir antlaşma imza edildiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Yine M.Ö. II. binin ortalarına ait Hitit tabletlerinde, Hititlerle Mitanniler arasında yapılan bir antlaş­maya Harran'daki ay tanrısı Sin'in ve Güneş Tanrısı Şamas'ın şahit tutulduğu belirtilmektedir. 1950 yı­lında Harran'da yapılan arkeolojik kazılarda bulu­nan ve Babil kralı Nabonid dönemine (M.Ö. V. yy.) tarihlenen tanrı Sin ve Şamas'ı temsil eden çivi ya­zılı steller Şanlıurfa Müzesi'nde sergilenmektedir.










İl merkezindeki Eyyub Peygamber makamının 4 km. batısında bulunan Deyr Yakub, halk arasında "Nemrud'un Tahtı" ya da "Cin Değirmeni" olarak anılmaktadır. Buradaki yüksek bir dağın tepesinde M.Ö. I. yüzyılda (putperest dönem) Edessa Kralı Abgar Manu'nun oğlu Aryu'nun aile fertleri için inşa edilmiş anıt mezar kalıntıları yer almaktadır. Bazı kaynaklarda manastır olarak adlandırılan, doğu batı istikametinde dikdörtgen planlı iki katlı büyük yapı kalıntısının zemin katının doğu kesimi üç katlı anıt mezardır. Edessa krallarının yattığı tahmin edilen ve esas girişi zemin kattan olan me­zar odası; kuzey, güney ve doğuda kemerli birer arkosoliumdan oluşmaktadır. Bu tapınağın M.S. V. yüzyılda kerametleri ve kehânetleri ile ünlü olan ve Suruç Episkoposluğuna kadar yükselmiş bulunan Suruçlu Aziz Yakub za­mamında (M.S. 451-521) manastır olarak kullanıl­dığı ve bundan ötürü Deyr Yakub (Yakub Manastırı) olarak anıldığı tahmin edilmektedir.






































Çeşitli kaynaklardan anlaşıldığına göre, Hz. Ömer zamanında İyaz b. Ğanem tarafından 640 yılında fethedilen Harran'da ilk islami eserler inşa edilmeye başlanmıştır. Emevi başkentliği yaptığı dönemde (744-750 II. Mervan zamanı) imar faaliyet­leri hızlanarak şehir mimari eserlerle donatılmıştır. Mervan, 10 milyon dirhem harcayarak Harran'a bir hükümdâr sarayı yaptırmış, Cami el-Firdevs'i (Cennet Camii-Ulu Cami) yeniletmiş ve su kanalları açarak tarımı geliştirmiştir. İmâdeddin Zengi'nin 1127 tarihinde Harran'ı almasından sonra, Zengi'nin oğlu Nureddin Mahmûd ve Selahaddin Eyyûbi zamanlarında şehirde medrese, hastane, çarşı, hamam gibi çok sayıda mimari eserin inşa edildiği, miladi 1175 depreminde zarar gören yapı­lar ile Ulu Cami'nin restorasyonunun yapıldığı yine çeşitli kaynaklarda kayıtlıdır.








Sin Mabedi: Babil dönemine ait ünlü Sin Mabedi Harran'da inşa edildiği bilinen en eski anıtsal eserdir. M. Ö. 2000 başlarına ait Kültepe ve Mari tabletlerinde Harran'daki Sin (Ay Tanrısı) Mabedi'nde bir ant­laşma imza edildiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Yine M. Ö. II. bininin ortalarına ait Hitit tabletle­rinde, Hititlerle Mitanniler arasında yapılan bir antlaşmaya Harran'daki Ay Tanrısı Sin'in ve Güneş Tanrısı Şamas'ın şahit tutulduğu belirtilmektedir.Yeri kesin olarak tespit edilemeyen Sin Mabedi'nin, höyükte, iç kalede ya da Ulu Camii'nin yerinde olduğu konusunda değişik fikirler ileri sü­rülmektedir. Bunlardan İbn-i Şeddad, bu mabedin Ulu Cami'nin yerinde olduğunu, Harran'ın 640 yı­lında İyâd b. Ğanem tarafından fethedilmesiyle bu mabedin camiye dönüştürüldüğünü, Paganistlere kendi mabedlerini yapmaları için başka bir yer ve­rildiğini söylemektedir.





















Harran-Han el-Ba'rür yolunun 15. ve 16. km.'lerinde, yolun solunda ve sağındaki dağlarda tarihi taş ocakları bulunmaktadır. Bunlardan 16. km.'de yolun sağındaki köy içersinde "Bazda", "Albazdu", "Elbazde" ya da "Bozdağ" Mağaraları adıyla anılan iki taş ocağı görülmeye değer özellik­ler taşımaktadır. Çevredeki Harran, Şuayb Şehri ve Han el-Ba'rür yapıları için yüzlerce sene taş alın­ması neticesinde her iki mağarada çok sayıda mey­dan, tünel ve galeriler meydana gelmiştir. Bunlardan büyük olanı, yer yer iki katlı bir şekilde oyulmuş ve yükseklikleri 10-15 metreye va­ran ayaklar bırakılarak ortada meydanlar oluştu­rulmuştur. Ayrıca uzun galeri ve tünellerle dağın çeşitli yönlerine doğru çıkışlar sağlanmıştır. Çok geniş bir alana yayılan dağın dış cephele­rinde taş kesilmesi nedeniyle büyük oyuklar mey­dana gelmiştir. Anadolu'nun belki de en büyük, en gizemli ve gezilmeye değer bu tarihi taş ocağının belli bölümlerinin 1250 yılında "Abdurrahman el-Hakkâri", "Muhammed İbni Bakır", "Muhammed el-‘Uzzar" gibi şahıslar tarafından işletildiği, kayalara yazılmış Arapça kitabelerden anlaşılmaktadır.
















Soğmatar'ın 11 km. kuzeyinde yer alan Büyük Senem Mığar Köyü'ndeki mevcut mimari kalıntılar ve kayadan oyma yapılar, burasının Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında önemli bir merkez olduğunu gös­termektedir.Köy içersindeki tepe üzerinde yer alan, kesme taşlardan yapılmış üç katlı anıtsal yapının bir ma­nastır ya da saray kalıntısı olduğu tahmin edilmek­tedir. 11 km. güneydeki Soğmatar'ın M.Ö. 400-M.S. 200 yılları arasında Paganistlerin merkezi olmasına karşın, Senem Mığara'nın bölgedeki Hıristiyan Süryânilerin önemli merkezlerinden biri olduğu anlaşılmaktadır. Zira, Soğmatar'da tanrısal gücü ol­duğuna inanılan gök cisimlerinin heykelleri yerine, Senem Mağara'da Hıristiyanlığın sembolü haç mo­tiflerine yer verilmiştir.